28 Eylül 2011 Çarşamba

Bahçesinde halı saha çimi olmayan okul arıyorum!

Yok mu?

Bir de oyun alanında çocuk sayısı kadar oyuncağın olmadığı bir okul istiyorum. Ve de içersi çok dağınık olmayan. Ha bir de eve yakın olan. Ve tabii çocukları belli bir disiplin içinde yetiştiren, ama onları çok seven örtmenlerin olduğu. Bir de milyarlarca lira dökmeyeceğimiz. Bir de en önemli özelliği İngilizce'yi çok iyi öğretmek olmasın. Adı da Türkçe olsun. Çok şey istiyorum, değil mi?

Arada güzel okullar buluyorum, ama Göztepe-Caddebostan-Erenköy hattına uzak. İstiyorum ki Deniz yürüyerek ulaşsın yuvaya - ya da arabayla 5 dakikada.

Şu anda 2,5 yaş + 2,5 aylık ya Deniz, biz zaten gelecek yazdan önce okula başlatmayı düşünmüyoruz kendisini...önümüzde aylar var gibi görünüyor ama şu andaki tablodan anladığım anca buluruz zaten!

İşte öyle. Var mı önerisi olan?

1anda

27 Eylül 2011 Salı

OkurDeniz



İlk hediye kitabını aldığında 2 günlüktü Deniz adam. Viyana Zeynep "İlk Kitap" serisini, çok da şık bir şekilde üstüne siyah kalemle ve güzel mimar elyazısıyla "Deniz'in Kitaplığı'nın İlk Kitapları" şeklinde bir düzenleme yaparak, armağan etmişti.

İlk okuduğu (!) kitap ise Mothercare'den aldığımız bez kitap olmuştu. Her sayfasıyla, ama tabii ki en çok da en cikcikli sayfasıyla ilgileniyordu 4 aylık Deniz.


Zeynep'in armağanı olan kitaplara geçtiğimizde artık Deniz ilk kelimelerini de telaffuz eder olmuştu. Kitaplardaki tüm şekilleri isimleriyle tanıyabildiğinde ne kadar sevindiğini halen hatırlıyorum.

Başka başkaaa....bir de Deniz kitabımız vardı.... İlk Kitap serisiyle birlikte kenarları yıprananlardan. Hani küçük kitaplardan....hah, buldum işte onun da görselini:




Benim için en değerli armağan kitap olduğu için Deniz'e de güzel bir kütüphane oluşturmaya gayret ediyoruz. Bazen sanki kitaplar legoların ve yapbozların gerisine düşüyor gibi olsa da, kitapçıya girdiğinde yüzünde gördüğüm ifadeden anlıyorum ki bu küçük adam aslında seviyor kitapları (yine de arkadaşlara kitap hediye etme konusunda azıcık desteklemek gerekiyor, onun eli hep yapbozlara gidiyor!)...

Kitap seçimi ise çok zor zanaat. Konusu çocuğun ilgisini çekecek, dili-anlatımı akıcı ve düzgün olacak, resimleri kaliteli ve hayal gücünü tetikleyici olacak, kağıt kalitesi sizi ve çocuğu tatmin edecek, kitabın kenarları köşeleri çok sivri olmayacak (yaşa göre tabii), içeriği üzerinde çok oynamanızı gerektirmeyecek (evet, ne yazık ki oluyor öyle kitaplar - sürekli hikayeyi yeniden yazmam gerekiyor!), hatta kitap kitap gibi kokacak... Tüm bunları sağlayan kitaplar bulduğumuzda mutlaka alıyoruz, o an okumasak da kütüphaneden çekip çıkarabileceğimiz seçenekleri zaman içinde çoğaltmış oluyoruz.

Bu arada hatalar da yapıyoruz tabii. Mesela Deniz 1 yaşına yaklaştığında aldığımız bir Poldi seti var - alırken çok mantıklı gelmişti, ama sonradan hem kağıt kalitesi hem de konular açısından hiç tatmin etmedi bizi. Yine de ara ara açıp bakıyoruz, kitabın kötüsü olmaz hesabı:).

Bazen bizden ödünç kitap istiyor arkadaşlarımız. Kendimizinkini vermiyoruz, yenisini alıyoruz:). Nonna'mızın (Sarin'in) vasiyeti var - kimse alınmasın. Ama dostları kitapsız bırakmayı da asla düşünmüyoruz!

Son olarak, kitapların ilk sayfasına (neydi kural - yazının en az olduğu ilk sayfa) mutlaka adımızı yazıyoruz. Artık Deniz adam kendi çiziktiriyor birşeyler, en çok da Deniz'in "D"sini. Böylece kitaplarla aramızdaki bağı iyice sağlamlaştırıyoruz.

İşte bizim OkurDeniz olma yolundaki adımlarımız böyle. Daha büyük adımları paylaşmak üzere....bizi izlemeye devam ediniz!

1anda

24 Eylül 2011 Cumartesi

Mister No'yu takdimimdir...

"Ben yaparım! Ben yaparım!"

Babaya özenmece...

Kuyruklu balık.
Ağzında da emzik varmış.

İyi ki kendimden 18 yaş küçük kardeşim var. İyi ki Serra büyürken herşeyiyle ilgilenmişim. İyi ki tüm yaş dönümlerini yakinen yaşamışım. Yoksa şu aralar depresyona girmem an meselesiydi:))).

Evimizdeki 2,75'lik küçük adam artık ailenin mutlak hakimi....ya da en azından öyle olmaya çalışıyor. Bazen "hayır" demiyor da, "eee...şeyyy....şööle yapsak" diyor, o "hayır"dan da beter olabiliyor. Özellikle baba ve benimleyken hepten coşuyor. Dış mekan insanı olarak sürekli hoplayıp zıplamak, tırmanıp atlamak istiyor - bu kısmı çok da korkunç değil aslında - ancak bazen ipin ucunu kaçırıyor. Babayla birbirlerini yiyorlar (iyi ve kötü anlamda), babaya inanılmaz kafa tutuyor. Her konuyla ilgili mutlaka bir fikri var, özellikle rutinler ve ritueller onun için çok önemli, bir de kafasında her daim bir takım planlar kuruyor, bunlar bir şekilde değişirse sapıtabiliyor. Herşeyi kendi yapabilmek istiyor - yapabiliyor da - izin vermezsek bir şekilde o izni alana kadar işin peşini bırakmıyor. Aslında hakkını vereyim, genelde son derece pozitif, ama mesela uykusu olduğunda tam bir fıttırık oluyor. Tüm bunları çözmenin anahtarı ise sabır sabır ve yine sabır oluyor...

Dedim ya, benim şansım Serra'nın büyümesini yaşamış olmam. Neyse ki 2-3-4...çeşitli dönemlerde nelere nasıl tepki verdiğini gayet net hatırlıyorum, o zamanlar nasıl çıldırdığımı (!) birebir yaşıyorum:). Şimdi çıldırıyor muyum...bazen ramak kalıyor, ama artık o kadar çok yaşanmışlık var ki, bir şekilde frenliyorum kendimi. Ama kızdım mı Deniz'in yüzündeki şaşkınlığı ve saygıyı da görüyorum, o da hoşuma gitmiyor değil. Garip garip ruh durumları işte:).

Bu dönemler bir kere yaşanacak, belki kısa belki uzun sürecek, ama iyice kafaya kazımak, içime sindirmek, dibine kadar hissetmek istiyorum. Yazmam da ondan. Bi de hani herkes benzer şeyler yaşıyor(dur), okuyalım rahatlayalım diye...

Öperim,
1anda

19 Eylül 2011 Pazartesi

Cevap veriyorum: Evet, kesin kampa gidelim!!!


Herşey Ayça'nın kampagidelimmibaba 'daki duyurusuyla başladı.

Ne ben ne de Mert hayatımızda hiç kamp "atmamıştık". Hiç gerçek çadır kurup toplamamıştık. Hiç geceyi uyku tulumunda geçirmemiştik. İlk kez Deniz'le aynı durumdaydık anlayacağınız, bembeyaz bir sayfa vardı önümüzde:). Ve biz bu işe kalkıştık.

Kampa gideceğimizi, geceyi Deniz'le çadırda geçireceğimizi etrafımızdakilerle paylaştığımızda çok farklı yorumlar aldık. Büyük aile çok sevindi mesela - hiç de öyle olacağını tahmin etmezken! Arkadaşlarımızın bir kısmı "aa çok eğlenceliiiii" dedi ama içlerinden de "deli mi ne" diye geçirdi. Bir kısmı bunu açık açık söyledi. Bazı arkadaşlarımızın ise gerçekten tarihleri uymadı, yoksa kesin beraber giderik. Çok da eğlenirdik. Bir kısım arkadaşımız ise tecrübeliydi, "hah siz de biraz öğrenin de, sonrakilere beraber gidelim" dediler.

Kampın hazırlığı kendisinden daha uzun oluyor(muş), en azından belki de ilk kampımız olduğu için biz öyle hissettik!:) Uyku tulumlarının, matların alınması için Mert kalktı teee Karaköy'e gitti. Biz Deniz'le uzun uzun listeler yaptık, kalın kıyafetleri günler öncesinden döktük ortaya. Hazırlıklar yapılırken tutamadı kendini Deniz, evde uyku tulumunun içine atladı, zıpladı...çok heyecanlı, çok hazırdı!

Kamp sabahı erkenden uyandık - bizimki aykırı ya, çıkartmadı pijamasının altını. Kampa gelince çıkartacakmış beyefendi (hakikaten de öyle yaptı:)). Sonra buluşma yerimize gittik. Ve işte orada Deniz gerçekten harika bir işe kalkıştığımızı anladı! Bir sürü arkadaş, bir sürü araba, önceden tek tanıdığı Ayça (onun deyimiyle Ayçe), bi de Erin...ama olsun, herkes yeni arkadaş adayı!  Hemen keşiflere başladı, konvoy yola çıktığında "önümüzde arkamızda kimler var", "Alpay hangi arabada", sorup durdu. Keyifli yolda bize 1500 kere "You give love a bad name" dinletip (dinlemediğimizde de kendisi söyleyip) bi de çok eğlendi:).

Yaylaya vardığımızda o 25 arabadan onlarca çocuk ve annebabalar olarak dağıldık ortalığa ve herşey bir rüya gibi yaşandı...

Kampta olmakla ilgili yazılacak çok şey var, ama biliyorum ki ne kadar yazsam orada yaşadıklarımızı, ruhumuzda, vücudumuzda kalan izleri, damağımızda kalan tadı anlatmaya yeterli olmayacak. Ama şöyle çok özet geçecek olursaaaam....

"Hadi ben çadırın içine saklaniim siz beni bulun"
"Aaayçeeeee, beni ağaca tırmandırsana"
"Ben bi gidiim yalakta yüzümü yıkiim. Bi de bulduğum dalı yıkiim. Bi de babama çiş yaptıım yeri göstericem"
"Hadi ateş başına gidelim, orası sıcacıık:)"
"Lilililililililii burası bizim yuvamıııııız!" (gece çadırın içinde zıp zıp zıplarken)
"Yaşşaasııııın çadırda uyuduk biiiz!" (sabah uyandığında)
"Haadi top oynayalım, anne kahvaltı hazırlasın"
"Çadırı ben topliycam, baba hani Ayçe'ye yardım etmiştim ya, onun gibi yapıcam - öğrendim ben".

Gecenin bir vakti 25 çadırdan gelen çocuk seslerini, ortalıkta deli gibi koşturmayı, misss gibi havayı içimize çekmeyi, arabaya gidip gelirken spor yapmış olmanın rahatlığını (!),  koyunlarla keçileri, bi de onların çoban köpeğini, herşeyi paylaşmayı, o minicik tüpte en güzel çorba ve bulgurları pişirmeyi, ateş başı muhabbetini ve daha bir çok şeyi şimdiden özledik. Bu kadar kalabalık ve neredeyse kimseyi tanımadığımız bir grupla gitmek de arkadaşlarımızla gitmek kadar keyif verdi bize, umarız pek yakında ve gelecekte, hep hep hep yaparız böyle etkinlikleri...

Öperim,
1anda

(Bu arada bizim yüzümüzden fitbol oynayamayan bir grup genç vardı ortalıkta. Bizim kampın yanından yürürken "ooolm, burda otopark mı açılmış", "yok yau, dernek bunlar baksana çadırları var" gibi yorumlarını takiben gece 1:30'da oynadılar fitbollarını. Aralarında bi "memedaliii" vardı, herkes ona bağrıyordu. Bi rivayete göre gece bi de hatim indirmişler! Yani merak edenlere, ayı-sansar-tilki filan yoktu da, bööle abiler vardı. Neyse ki kampımızı ziyaret etmeye kalkışmadılar:))))

6 Eylül 2011 Salı

Deniz Apartmanı

1974 yılı sonbaharında, babamın omzunda kocaman bir salona girdiğimizi hatırlıyorum. 2 yaşındaydım, Fenerbahçe'de o zaman oturduğumuz evin birkaç sokak ötesinde yeni bir eve taşınacaktık. Babam Osman amcayla (Osman kaptan) görüşmeye giderken beni de götürmüştü. O dönemden tek anım olması, bende yaratacağı etkinin habercisiymiş meğer.

Sonra o eve taşındık. Taşınma sebebimiz anneannemlere daha da yakın olmaktı, çünkü aynı sokakta olacaktık artık. Ben 3,5 yaşına gelene kadar anneannem her sabah bizim bahçeye gelir, o muhteşem ıslığıyla bize gelişini haber verir, beni alır gezmeye çıkarırdı. Sonra anneannem öldü, o fasıl bitti.

4 katlı bir apartman, her katta tek daire, dairelerin 3'ünde toplam 5 çocuktuk. Bir de bizim apartmana yapışık bir bina vardı, onda da 2 çocuk. Bence orası da Deniz apartmanıydı. Apartmanda 2 piyano vardı, biri bizde, biri de bitişik blokta...bir ben çalardım, bir bitişik bloktaki çocuklar. Arada başka çocuklar da geldi büyüdü o apartmanda, ama biz o 7 çocuk-2 piyano hep sabit kaldık.

Arka bahçede Osman kaptan mangal yapardı. Bazen balık, bazen köfte. Sonra bütün apartmana dağıtılırdı o mangaldan. Kendilerine ne kalırdı bilemiyorum, ama biz afiyetle yerdik.

Bahçe çok büyük değildi, ama biz de çok büyük değildik ya, bize epey geniş gelirdi. Benim doğumgünüm, yani Mayıs başı, bahçeye çıkıp oynamak için mihenk taşıydı. Sonra tüm baharı, yazı, sonbaharı bahçede geçirirdik.

Yazları küçük televizyonu balkona çıkarırdık Deniz apartmanı'nda. Tüm sokağı tanıdığımız, e sokağın da tam ortasında olduğumuz için gelen geçen uğrardı balkon önüne. Yazlık gibi değil, bildiğin yazlıktı. İlkokul, ortaokul, lise, üniversite...tüm bahar ve yaz dönemi sınavlarına balkonda çalışırdım.

Deniz apartmanı çocuklarının hiçbiri "standart" birşeyler yapmadı, ne garip. Kimisi müzisyen oldu, kimisi felsefeci...Deniz apartmanı ruhu hep sardı içimizi, hep etkilerini hissettirdi bize.

Bu yazıyı neden yazdım? Bayram tatilinde sanal ortamda gezinirken, Deniz apartmanı çocuklarından birinin eski bir resmine takıldım. Sonra kendisiyle yazıştığımızda anladım ki, o da "ev" diye hep Deniz apartmanını görüyormuş rüyasında. Çok şaşırdım, etkilendim, gözlerim doldu. Sadece bana has zannettiğim bu durumun, başka birilerini de etkilemiş olması, bir mekanın bizler üzerinde böyle bir iz bırakması çok heyecanlandırdı beni, paylaşmak istedim.

Birandaanneoldu'yla ne alakası var bunun derseniz, e apartmanın ismi anlatmıyor mu kendini?

Öperim,
1anda