Bugün Deniz'in okulunda çok değerli iki ismin, Özgür Bolat ve Kayhan Karlı'nın biz ebeveynlere semineri vardı. Ücretsiz bir seminerdi, bence konu gerçekten çok ilgi çekiciydi, e 180 civarı da kayıt olduğunu öğrenmiştik, ama salonda taş çatlasa 40 kişi filan vardı. Pazarın, soğuk havanın etkisidir dedim kendi kendime...öyle inanmak istedim:).
Seminerden ben kendime ne çıkardım diye düşündüm ve buyrun aşağıda özetledim. Tamamen benim aklıma gelme sırasına göre yazıyorum, onu da belirtmeden geçmeyeyim:). Dolayısıyla farklı eklemesi, yorumu, düzeltmesi olan okurları yorum kısmına beklerim! Ayrıca literatür alıntılarıyla, kitap önerileriyle gerçekten dolu dolu bir sabah geçirdik, emeği geçen herkese çook teşekkür ederim.
Aklımda neler mi kaldı? Buyrunuz:
- "İnsanı ne mutlu eder?" sorusunun cevabını 4 ana başlıkta incelemek mümkün:
* Kabul görmek
* Kontrolü elinde tutabilmek (bir filin kendi alanında 56 yıl, hayvanat bahçesinde 17 yıl yaşadığını biliyor muydunuz?)
* Akış alanında kalmak, yani kendi seviyesinin bir çıt üstü için kendini zorlamak, gelişim kazanmak
* Keşfetmek
Bir insan (çocuk ya da yetişkin) bu 4 temel ihtiyacı teknoloji dışında bir ortamda karşılıyorsa (aile, arkadaş çevresi, iş çevresi, vb), teknolojinin bağımlılık yaratması söz konusu olmaz. Diğer bir deyişle, teknoloji aslında bireylerin "bağımlılık ihtiyacını" karşılar.
- Peki mutluluk nedir? Aslında mutluluğu "iç kaynaklı" ve "dış kaynaklı" şeklinde ikiye ayırarak tanımlayabiliriz. Dış kaynaklı mutluluk "ne olmak istiyorsun?" sorusuna cevap verip başarı, statü, para, mevkii gibi kaynaklardan beslenirken, iç kaynaklı mutluluk "ne yapmak istiyorsun?"a cevap veriyor ve kişilik, ilişkiler, değerler, prensiplerden besleniyor. Tabii ki sürdürülebilir olan, iç kaynaklı mutluluk!
- Gelişim kazanmak için en kilit nokta GERİBİLDİRİM. Kayhan hoca Türkiye'deki geribildirim kültürünün daha ziyade "gerigiydirim" olduğunu tespit etti ki, geribildirim eğitimi veren biri olarak bunun altına imzamı atabilirim! Davranışa ve beceriye yönelik geribildirim vermeyi öğrendiğimizde bir seviye atlayacağız arkadaşlar:).
- İnsanlık ilk defa bir yüzyıla ait becerileri sınıflandırıyor: "21. yüzyıl becerileri" diye bir kavram var. Bunun da temel sebebi, yaşadığımız çağa damgasını vuran ve insan beyninin tolere edebileceğinin çok üstüne akan HIZ. Matbaanın kabulünün 200 yıl, tabletin kabulünün ise 5 yıl (hem de ne kabul!) aldığını düşünecek olursak bunu daha da iyi fark ediyoruz. Şu anda çok büyük bir değişimin içindeyiz ve bu DURMAYACAK!
- İçinde bulunduğumuz çağın dinamikleri gerçekten inanılmaz! 2010 yılında dünyada 256 milyon insan bir yerden bir yere göç etmiş. Bunun %3.1'i başka bir ülkeye. %60'ı ise gelişmiş ülkelere. Yani insanlar iş, aş ve daha iyi yaşam peşinde. Dünya tarihinde ilk kez, yine 2010'da yapılan değerlendirmeye göre, dünya nüfusunun %56'sı kentli olmuş. Kabul edelim, artık yaşam biçimimiz değişti!
- Bu sene liseye başlayan bir çocuğun 10 yıl sonra iş hayatına atılacağını düşünelim. Acaba 2025'te onu nasıl bir dünya bekliyor olacak? Hala kağıt kalem olacak mı? 2008 krizinden sonra OECD'nin yaptığı bir araştırmaya göre, kriz sırasında işini en iyi koruyanlar en yüksek eğitim almış olanlar. Demek ki daha uzun süreli, daha kaliteli bir eğitim ihtiyacı var artık. Fosil yakıtların 2030'da biteceğini öngörüyor bilim adamları, biliyoruz. WWF'nin Living PLanet 2012 raporunda, şu anda dünya nüfusunun %20 fazla olduğu çıkmış ortaya. Bunun nedenleri insanların daha uzun yaşaması, savaşların farklı platformlarda gerçekleşmesi, tıbbın gelişmesi, vs. Ama sonuçta, bambaşka bir dünya bekliyor bizler. Bizim çocukların "emekli olmak" gibi bir lüksü olmayacak! Kanada emekliliği 70 yaşa çıkarmış şimdiden. Avustralya'da, 4 yıllık lisans eğitimini 10 seneye (arada çalışarak tabii) yaymak için pilot uygulama başlatılmış. Harvard, tüm öğretim üyelerinin, en iyi ders performanslarının %30'unu online yayınlamalarını talep ettiği bir düzene geçmiş. Dünya artık çok farklı bir yöne gidiyor. Dolayısıyla, bizim yetişkinler olarak öngöremediğimiz bir geleceği çocuklarımız için tasarlama gibi bir misyona soyunduğumuz bir gerçek!
- Peki ne yapacağız? Bir kere, 21. yüzyıl artık "kavram üretme" yani yaratıcılık çağı. Dolayısıyla bizim IQ ile EQ'yu dengeleyeceğimiz bir öğrenme ekosistemi kurmamız gerekiyor. Bunun için 4 temel beceriyi hem kendimizde, hem de çocuklarımızda geliştirmeyi hedefleyeceğiz:
* Dijital çağ okuryazarlığı (evrensel farkındalık)
* Keşfedici (innovative) düşünce (adaptasyon becerisi)
* Etkili iletişim
* Yüksek verimlilik
Çocuklarımızı yetiştirirken yapmamız gereken, üstbilişsel yeteneklerimizi kullanmamız. Bunun için de etkili soru sorma teknikleri kullanarak bir öğrenme ortamı yaratmayı öğrenmemiz gerekiyor. Her başarının, kendi içinde başarısızlık tohumları beslediğini unutmayacağız. Ve bu "araf kuşağının" bu dönemi minimum hasarla atlatmasını sağlamak için en önemli noktanın insani değerler olduğunu aklımızdan çıkarmayacağız!
PEKİ BEN BUNDAN SONRA NE YAPACAĞIM?
- Öncelikle Halil Cibran'ın söylediği gibi "en azından bir bilgiyi uygulamaya geçirebilmek" adına, yakın çevremdeki arkadaşlarımla "21. yüzyıl çocuklarına nasıl ebeveynlik yaptığımızı" tartışmak adına bir öğrenme grubu oluşturacağım.
- Bugünkü seminerde not aldığım şu kitapları alıp okuyacağım:
* Edward de Bono "H+"
* Charles Duhigg "Alışkanlıkların Gücü"
* Pietersen "Reinventing Strategy"
* Yong Zhao "Creating World Class Leaders"
* Teresa Amabile "The Progress Principle"
- Ve başta çocuğum olmak üzere, eşime, aileme, arkadaşlarıma koşulsuz sevgi vermeye devam edeceğim. İnsanın insana ihtiyacı var. Kesin bilgi.
1anda
19 Nisan 2015 Pazar
5 Aralık 2014 Cuma
"DÜŞÜNEBİLMEK"
"Düşünüyorum, öyleyse varım" diyen Descartes'a ithaf olsun bu yazı. Lisedeki felsefe dersinde tanıştığım bu düşünürü anneliğimin altıncı yılında anmak da varmış kaderde...
Dün akşam Deniz'in okulunda bir ebeveyn seminerine katıldık. Genelde bu tip toplantılarla ilgili çok büyük beklentim olmamakla birlikte, her zaman da katılırım; ne zaman, nerede, nasıl, kimden, ne öğreneceği belli olmuyor insanın. Nitekim dün akşamki seminer, Yrd. Doç. Dr. Tamer Ergin sayesinde, gerçek bir göz açma/ayılma seansına dönüştü benim için.
Seminerden beni etkileyen birkaç noktayı burada paylaşayım istedim. Bu maddelerin tamamen benim algımla sınırlı olduğunu, söyleyeni bağlamayacağını da belirtmek isterim. Yani bunlar bir anne gözüyle dünkü seminerden algıladıklarım. Bu yazıyı okuyanlardan sözkonusu seminere katılan arkadaşlarım varsa lütfen eklemelerini, kendi algılarını iletsinler.
Sürç-i lisan edersem affola der, esenlikler dilerim:)
1anda
* Hepimiz için aslolan "düşünme becerisi". Akademik başarı ancak düşünme becerisi edinilmişse, onun üstüne inşa ediliyor.
* Bu "edinim" meselesi çok mühim. Aslında tüm yaşamı algılayışımız saklı "edinim" kavramının içinde. Doğduğumuz andan itibaren bilinçüstü ya da altıyla (!) algıladığımız her şey yapılandırıyor "edinim"i.
* Ebeveynler olarak en çok düştüğümüz hata "öğretmencilik oynamak". Oysa bizim ebeveyn olarak rolümüz "edinime katkıda bulunmak" olmalı (özellikle işin içine okul girdikten sonrası için bu geçerli).
* 2000'lerin çocuklarının (örneğin 4-6 yaş aralığının) belli bir kavramla (örneğin "e" sesiyle) günlük hayatta karşılaşma oranı 30 yıl önceye göre 40 katıymış! Şu anda müthiş bir uyarılmışlık var (ve bu illa kötü anlama gelmiyor). Her halukarda 1900'lü yılların eğitim yaklaşımlarıyla 2000'li yıllarda doğanları eğitmek zorlaşıyor.
* Eğitimsel deneyimlerle yaşamsal deneyimlerin birbirini desteklemesi bekleniyor. Aslında ödev bunun için veriliyor. Öğrenilen bilgi öğrenildiği mekanın ve zamanın dışında yaşandığında pekişiyormuş. Ancak ödevin süresi, öğrenme süresinden çok vakit alıyorsa (örneğin öğretmen 1 saatte öğrettiği bir kavramla ilgili 1-1,5 saat sürecek bir ödev veriyorsa) problem vardır.
* Bir evde bir öğrenci varsa, o evin yaşam düzeni o öğrenciye göre ayarlanmalıdır. Siz içerde kahkahalarla dizi izlerken çocuğun ödev yapmasını beklemeniz ne kadar gerçekçi? Ama bu, "çocuk mutlaka ve sadece herkesten tecrit edilmiş olarak ders çalışsın" anlamına gelmiyor. Çocuğun konsantrasyon seviyesine, evin/ailenin şartlarına göre elbette değişkenlik gösterebiliyor.
* Bizler ebeveyn olarak evdeki sistemin "yöneticisi"yiz, "kontrolcüsü" değil! Bizim görevimiz birtakım davranışların alışkanlığa dönüşmesi için ortam sağlamak (ödevle ilgili çok soru geldiği için burada da ödevlerden bir örnek geldi: nasıl diş fırçalama bir rutin haline geliyorsa, ödev de aynı şekilde rutinleştirilebilir. Neticede hiçbir bebek genetik kodunda "kahrolsun ödevler" yaklaşımıyla doğmuyor:)))).
* Akademik boyutta hedefler dikine değil yatay (kişinin kendi yelpazesini genişletecek şekilde) koyulursa hepimiz çok daha huzurlu yaşarız!
* Belki çok basit bir konu ama, en azından haftada 2 kez "ailecek yemek yemek" bile çocuğun kelime haznesine ciddi katkı sağlıyor.
* Pozitif disiplin kavramı "edinim" kazandırmada da kritik. 5 problemli bir ödevde sadece 1 problemi doğru çözen çocuğa o problemi nasıl çözdüğünü anlattırarak diğerleriyle ilgili farkındalık geliştirmesine de katkıda bulunabiliriz.
* Yine ödev konusunda, "birlikte ödev yapmak" değil, "birlikte araştırmak ve hatta eğlenmek" hedeflenmeli. Çocuk talep etmiyorsa neden yardımcı olalım?:) Önemli olan psikolojik olarak rahat olacağı bir ortam hazırlamak, gerekirse destek olmak.
* Ve son olarak, örneğin İstanbul'da 100'den fazla müze varmış. Ayda bir kez bile çocuğumuzu alıp birisine gitsek...yaratacağı etki hepimiz için paha biçilmez olabilir:))).
Dün akşam Deniz'in okulunda bir ebeveyn seminerine katıldık. Genelde bu tip toplantılarla ilgili çok büyük beklentim olmamakla birlikte, her zaman da katılırım; ne zaman, nerede, nasıl, kimden, ne öğreneceği belli olmuyor insanın. Nitekim dün akşamki seminer, Yrd. Doç. Dr. Tamer Ergin sayesinde, gerçek bir göz açma/ayılma seansına dönüştü benim için.
Seminerden beni etkileyen birkaç noktayı burada paylaşayım istedim. Bu maddelerin tamamen benim algımla sınırlı olduğunu, söyleyeni bağlamayacağını da belirtmek isterim. Yani bunlar bir anne gözüyle dünkü seminerden algıladıklarım. Bu yazıyı okuyanlardan sözkonusu seminere katılan arkadaşlarım varsa lütfen eklemelerini, kendi algılarını iletsinler.
Sürç-i lisan edersem affola der, esenlikler dilerim:)
1anda
* Hepimiz için aslolan "düşünme becerisi". Akademik başarı ancak düşünme becerisi edinilmişse, onun üstüne inşa ediliyor.
* Bu "edinim" meselesi çok mühim. Aslında tüm yaşamı algılayışımız saklı "edinim" kavramının içinde. Doğduğumuz andan itibaren bilinçüstü ya da altıyla (!) algıladığımız her şey yapılandırıyor "edinim"i.
* Ebeveynler olarak en çok düştüğümüz hata "öğretmencilik oynamak". Oysa bizim ebeveyn olarak rolümüz "edinime katkıda bulunmak" olmalı (özellikle işin içine okul girdikten sonrası için bu geçerli).
* 2000'lerin çocuklarının (örneğin 4-6 yaş aralığının) belli bir kavramla (örneğin "e" sesiyle) günlük hayatta karşılaşma oranı 30 yıl önceye göre 40 katıymış! Şu anda müthiş bir uyarılmışlık var (ve bu illa kötü anlama gelmiyor). Her halukarda 1900'lü yılların eğitim yaklaşımlarıyla 2000'li yıllarda doğanları eğitmek zorlaşıyor.
* Eğitimsel deneyimlerle yaşamsal deneyimlerin birbirini desteklemesi bekleniyor. Aslında ödev bunun için veriliyor. Öğrenilen bilgi öğrenildiği mekanın ve zamanın dışında yaşandığında pekişiyormuş. Ancak ödevin süresi, öğrenme süresinden çok vakit alıyorsa (örneğin öğretmen 1 saatte öğrettiği bir kavramla ilgili 1-1,5 saat sürecek bir ödev veriyorsa) problem vardır.
* Bir evde bir öğrenci varsa, o evin yaşam düzeni o öğrenciye göre ayarlanmalıdır. Siz içerde kahkahalarla dizi izlerken çocuğun ödev yapmasını beklemeniz ne kadar gerçekçi? Ama bu, "çocuk mutlaka ve sadece herkesten tecrit edilmiş olarak ders çalışsın" anlamına gelmiyor. Çocuğun konsantrasyon seviyesine, evin/ailenin şartlarına göre elbette değişkenlik gösterebiliyor.
* Bizler ebeveyn olarak evdeki sistemin "yöneticisi"yiz, "kontrolcüsü" değil! Bizim görevimiz birtakım davranışların alışkanlığa dönüşmesi için ortam sağlamak (ödevle ilgili çok soru geldiği için burada da ödevlerden bir örnek geldi: nasıl diş fırçalama bir rutin haline geliyorsa, ödev de aynı şekilde rutinleştirilebilir. Neticede hiçbir bebek genetik kodunda "kahrolsun ödevler" yaklaşımıyla doğmuyor:)))).
* Akademik boyutta hedefler dikine değil yatay (kişinin kendi yelpazesini genişletecek şekilde) koyulursa hepimiz çok daha huzurlu yaşarız!
* Belki çok basit bir konu ama, en azından haftada 2 kez "ailecek yemek yemek" bile çocuğun kelime haznesine ciddi katkı sağlıyor.
* Pozitif disiplin kavramı "edinim" kazandırmada da kritik. 5 problemli bir ödevde sadece 1 problemi doğru çözen çocuğa o problemi nasıl çözdüğünü anlattırarak diğerleriyle ilgili farkındalık geliştirmesine de katkıda bulunabiliriz.
* Yine ödev konusunda, "birlikte ödev yapmak" değil, "birlikte araştırmak ve hatta eğlenmek" hedeflenmeli. Çocuk talep etmiyorsa neden yardımcı olalım?:) Önemli olan psikolojik olarak rahat olacağı bir ortam hazırlamak, gerekirse destek olmak.
* Ve son olarak, örneğin İstanbul'da 100'den fazla müze varmış. Ayda bir kez bile çocuğumuzu alıp birisine gitsek...yaratacağı etki hepimiz için paha biçilmez olabilir:))).
18 Kasım 2014 Salı
"An"lar - ya da bir "yavaşlama" çabasının anatomisi
Doğumumdan itibaren "an"larla özel bir ilişkim başlamış, baksanıza! Böyle aniden (hem erken, hem hızlı) doğunca Biranda olmuş adım ve bu, tüm hayatımı etkilemiş.
Bir mülakat klasiği olarak "kendinizde en beğenmediğiniz özelliğiniz nedir?" sorusuna, yine bir mülakat klasiği olarak "tezcanlılığım" diyebilirim! Ama nedir bu tezcanlılık? Bekleyememek midir? Her şey aceleyle olsun istemek midir? Başkalarından daha hızlı olmak mıdır? Hepsi midir? Hiçbiri midir?
Benim derdim içimin sürekli kıpır kıpır olmasıyla. Diyeceksiniz ki ne güzel, sürekli aktif, dinamik, heyecanlısın! Ama bir süre sonra enerjimi tüketiyor bu durum. Bazen hayatı önden önden yaşamaya çalışıyormuşum gibi geliyor, o zaman da heyecanım bitiveriyor. Bu aralar bunun üstünde çok çalışıyorum. "An"ları, zamanı geldikçe yaşamaya gayret ediyorum. Durmaya çalışıyorum. Daha doğrusu, duraklamaya çalışıyorum.
Neler mi yapıyorum bunun için? Bir kere fiziksel olarak duruyorum. Günde onbeş dakika da olsa, kelimenin tam anlamıyla "duruyorum". Bazen sadece derin nefesler alıyorum. Bazen gözlerimi kapatıyorum. Bazen kitap okuyorum. Bazen fotoğraf çekiyorum. Ve bunu sadece durmak için yapıyorum. Nasıl işe yaradığını anlatamam.
Öteden beri sevdiğim bir alışkanlığım bu yavaşlama hareketimde (!) çok destek oluyor bana: yazmak. Kafamdakileri anında kağıda döküyorum. Yazmak, düşünmek ve uygulamak arasındaki bir kademe oldu benim için. Yazıp okuyunca, yavaşlıyorum. Yavaşlayınca rahatlıyorum. Rahatlayınca düşüncemin kalitesi de artıyor. Fikirler gelişiyor, büyüyor.
Beni çok iyi tanımayan kişiler beni fazla enerjik buluyor olabilirler. Hatta gamsız olarak nitelendirenler de olabilir. "Tabii, tuzu kuru, serbest çalışıyor, oooh çok rahat, istediği zaman kitap okur, istediği zaman gezer tozar, istediği zaman çocuğuyla oynar" diyenler de çıkacaktır. Ama bilin ki kazın ayağı öyle değil. Ben bu yaşadığım hayatı gerçekleştirebilmek için bugün, dünden de çok çalışıyorum. Pek çok şeyden ödün veriyorum, kendimi her an geliştirmeye, yenilemeye çalışıyorum. Kimi zaman ben de (her insan gibi) sendeliyorum, düşüyorum, hatta inanmazsınız sürünüyorum. Ama sonra kalkıyorum. Hayatta benim için gerçekten önemli olanları düşünüyorum ve kalkıyorum. Çünkü biliyorum ki ancak bu şekilde yaşadığımız "an"lar anlamlı olacak.
Bu aralar çok okudum, çok düşündüm. Yazmaya (mesela buraya, ya da başka bir yerlere) daha çok vakit ve enerji ayırmam gerek. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim:).
1anda
Bir mülakat klasiği olarak "kendinizde en beğenmediğiniz özelliğiniz nedir?" sorusuna, yine bir mülakat klasiği olarak "tezcanlılığım" diyebilirim! Ama nedir bu tezcanlılık? Bekleyememek midir? Her şey aceleyle olsun istemek midir? Başkalarından daha hızlı olmak mıdır? Hepsi midir? Hiçbiri midir?
Benim derdim içimin sürekli kıpır kıpır olmasıyla. Diyeceksiniz ki ne güzel, sürekli aktif, dinamik, heyecanlısın! Ama bir süre sonra enerjimi tüketiyor bu durum. Bazen hayatı önden önden yaşamaya çalışıyormuşum gibi geliyor, o zaman da heyecanım bitiveriyor. Bu aralar bunun üstünde çok çalışıyorum. "An"ları, zamanı geldikçe yaşamaya gayret ediyorum. Durmaya çalışıyorum. Daha doğrusu, duraklamaya çalışıyorum.
Neler mi yapıyorum bunun için? Bir kere fiziksel olarak duruyorum. Günde onbeş dakika da olsa, kelimenin tam anlamıyla "duruyorum". Bazen sadece derin nefesler alıyorum. Bazen gözlerimi kapatıyorum. Bazen kitap okuyorum. Bazen fotoğraf çekiyorum. Ve bunu sadece durmak için yapıyorum. Nasıl işe yaradığını anlatamam.
Öteden beri sevdiğim bir alışkanlığım bu yavaşlama hareketimde (!) çok destek oluyor bana: yazmak. Kafamdakileri anında kağıda döküyorum. Yazmak, düşünmek ve uygulamak arasındaki bir kademe oldu benim için. Yazıp okuyunca, yavaşlıyorum. Yavaşlayınca rahatlıyorum. Rahatlayınca düşüncemin kalitesi de artıyor. Fikirler gelişiyor, büyüyor.
Beni çok iyi tanımayan kişiler beni fazla enerjik buluyor olabilirler. Hatta gamsız olarak nitelendirenler de olabilir. "Tabii, tuzu kuru, serbest çalışıyor, oooh çok rahat, istediği zaman kitap okur, istediği zaman gezer tozar, istediği zaman çocuğuyla oynar" diyenler de çıkacaktır. Ama bilin ki kazın ayağı öyle değil. Ben bu yaşadığım hayatı gerçekleştirebilmek için bugün, dünden de çok çalışıyorum. Pek çok şeyden ödün veriyorum, kendimi her an geliştirmeye, yenilemeye çalışıyorum. Kimi zaman ben de (her insan gibi) sendeliyorum, düşüyorum, hatta inanmazsınız sürünüyorum. Ama sonra kalkıyorum. Hayatta benim için gerçekten önemli olanları düşünüyorum ve kalkıyorum. Çünkü biliyorum ki ancak bu şekilde yaşadığımız "an"lar anlamlı olacak.
Bu aralar çok okudum, çok düşündüm. Yazmaya (mesela buraya, ya da başka bir yerlere) daha çok vakit ve enerji ayırmam gerek. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim:).
1anda
Sokakta durup çektiğim öylesine bir fotoğraf:) |
22 Ağustos 2014 Cuma
"Heyecanlıyım...daha...yolun başındayım!"- ya da bir okula başlama hikayesi
Caro Diario (*),
ben bu aralar çok heyecanlıyım. Deniz ilkokula başlıyor ve okulların açılmasına şunun şurasında 15 gün kaldı. Ailecek enerjimizin her boyutunda - zihinsel, sosyal, ruhsal, fiziksel - zorlandığımızı (hani İngilizce'deki "challenge" manasında zorlanma) hissediyoruz. Adrenalinimiz tavan!
Şimdi diario'cum, beni biliyorsun, 1. sınıf konusunda tecrübem kısıtlı. Sarin'cim annecim acelesi olduğundan mıdır nedir ben 3,5 yaşındayken topladı paketledi konuyu. Sonra tabii okula başlama yaşım geldiğinde (6,5), 1. sınıf müfredatı çoktan hatmedilmişti bizim evde. Aldı mı bizimkileri bir telaş. Fenerbahçe civarındaki çeşitli ilkokullar (misal bir Nurettin Teksan, bir Kalamış, bir Zühtüpaşa) nuh diyor da peygamber demiyor, çocuk illa da 1. sınıfa kaydolacak, en azından bir dönem okuyacak diye tutturuyor. Ben müfredatın ötesinde bir de gayet iri yarı bir "küçükhanım" modeliyim, zaten annesi gibi bakıyorum o minnaklara afedersin. Öyle böyle derken, 1978 yılı için oldukça yenilikçi bir hareketle beni devlet okuluna değil, Kızıltoprak Kolej sokaktaki "Özel Kadıköy Kız Lisesi İlkokulu" şeklinde karizmatik bir adı olan özel okulun 2. sınıfına kaydettiriyorlar. Kayıt da öyle hemen olmuyor, rahmetli müdürümüz Kasım Aytekin sözlü-yazılı sınava alıyor beni. Hayat Bilgisi, Matematik, ne isterseniz var sınavda. Bende bir ukalalık, mesela çarpım tablosu soruyor, bir üstünü de söyleyeyim diyorum filan, bir hava sorma gitsin. Neyse sonunda kani oluyorlar ki bu çocuk 2. sınıfı rahatlıkla okur (elyazısı melyazısı da yok o vakit, sadece bi "güzel yazı defteri" var, öğretmenin aklına gelirse yazı yazıyoruz), yapıyorlar benim kaydı.
Okul çantasıydı, formaydı, çalışma masasıydı, kitaplıktı derken müthiş bir heyecanla hazırlanıyorum okula. Akademik olarak derdim yok ya, hemen alışacağım bu yeni hayata. Bir allahın kulunu tanımıyorum gittiğim okulda, bu arkadaşların çoğu 1.sınıfı zaten birlikte okumuş, öğretmeni tanıyorlar, benim konuyla uzaktan yakından alakam yok, bir nevi "homeschooling" ürünüyüm, ama olsun, ailemin (ve her ne hikmetse kendimin) bana güveni tam! Aa, ama Sarin'in yine hakkını yemeyeyim, o yaz düdük kadar halimle İtalyan Kız Orta'nın yaz kampına yollamış beni 1 hafta...yani 1 hafta boyunca 11 yaş grubu 30 kızla ve öğretmenlerle kah ağlayarak, kah gülerek annesiz-babasız kalmışım gece gündüz. Neyse işte tek okulumsu deneyimim o. Ama o kadar.
Sonra okulun ilk günü gelip çatıyor. Okula babam götürüyor beni. Okulun bahçesi kalabalık, hem de öyle şimdiki gibi oryantasyon günleriydi, okula alışmaydı, aman minikler ezilmesindi filan olmadığından, ilk-orta-lise cümbür cemaat aynı bahçedeyiz (bahçe büyük ve yeşildi neyse ki de birbirimizin üstüne çıkmıyorduk ama yine de törende herkes vardı işte). Bir avantaj, ben 2. sınıf olduğum için "en küçük" hissetmiyorum kendimi, oysa yaşça "en küçüğüm". Neyse, hemen giriyorum sıraya. Yanımda güleryüzlü, candan bir kız...(bu yazıyı okuyorsan, Elgin'cim hatırlarsın ilk karşılaşmamızı!). Hemen arkadaş oluyoruz. Babama el sallıyorum, gülüyorum. Sanki çok mutluyum, hep bu günü bekliyorum. El ele gidiyoruz sınıfımıza. Öğretmenimiz -yine rahmetli - İrfan Çınar dünya tatlısı bir adam. Çok rahatlatıyor beni. Neyse ki o sene başka bir özel okuldan bizimkine transfer olan bir grup arkadaş da var da, ben tek "yeni çocuk" değilim. Oturuyoruz masalarımıza (sıra yok bizim okulda, her daim küme çalışması modeli oturuyoruz). Herkes kendini tanıtıyor, yaz tatilini anlatıyor filan. Ben de gevezenin önde gideni olduğum için anlatıyorum tabii ama heyecandan da bayılıyorum kendi içimde.
Aradan zaman geçiyor, öğle yemeği saati geliyor. Sıra oluyoruz, bahçeyi geçip yemekhaneye gideceğiz. İşte o anda benim mide başlıyor hareketlenmeye. Öyle oluyor o sıralar, ne zaman heyecanlansam midem ağzıma geliyor. Sıradayken öğretmene "öğretmenim afedersiniz, ben şu kenarda bi kusup gelicem" diyorum ve evet, sıradan 2 saniye çıkıp, kenara kusup, sıraya geri dönüyorum. Evet, iğrenç bir detay ama çocukluk halim ya, etkilenmezsin diye düşündüm Diario'cum. Öğretmen, arkadaşlarım şok oluyor tabii. Ben gayet rahat, şen şakrak yemeğimi yiyorum ve günü bitiriyorum. Akşam da yine şen şakrak, bir sonraki günü iple çekerek yatıyorum. Ama her sabah bulanmaya başlıyor midem, karnım da ağrıyor. Annem anlıyor durumu...bu iş tamamen psikolojik. Demiyorum ki "annecim, babacım, ben okula gittiğim için çok heyecanlıyım, biraz da korkuyorum", onun yerine vücudum veriyor sinyali. Ve annem, yine bence 1978'e göre oldukça yenilikçi bir kararla, beni piyanoya başlatıyor. Evde zaten kendi piyanosu var, hemen bir öğretmen buluyoruz, haftada bir geliyor. Ve ben her sabah, ne zaman midem bulanmaya başlasa, piyanonun başına oturup 5 dakikada kendimi tedavi ediyorum... Okula alıştıktan sonra bile, lisenin bitişine kadar, evden çıkmadan önce piyanonun başına geçme rutinim sürüp gidiyor.
İşte benim "heyecanlıyım, daha yolun başındayım" hikayem böyle. Bakalım bizim evdeki cücede nelerle karşılaşacağız, neler yaşayacağız. Sonuçta herkesin geçtiği bir evre bu, er ya da geç bir üst aşamaya taşınacağız. Dilerim hepimiz bir sonraki aşamada neler olacağını hesaplayıp biçmek yerine, yaşadığımız anın tadını doyasıya çıkarırız.
Hepimize kolay gelsin.
1anda
(*) İt. "sevgili günlük". Aynı zamanda, Nanni Moretti'nin pek sevdiğim filminin adı.
ben bu aralar çok heyecanlıyım. Deniz ilkokula başlıyor ve okulların açılmasına şunun şurasında 15 gün kaldı. Ailecek enerjimizin her boyutunda - zihinsel, sosyal, ruhsal, fiziksel - zorlandığımızı (hani İngilizce'deki "challenge" manasında zorlanma) hissediyoruz. Adrenalinimiz tavan!
Şimdi diario'cum, beni biliyorsun, 1. sınıf konusunda tecrübem kısıtlı. Sarin'cim annecim acelesi olduğundan mıdır nedir ben 3,5 yaşındayken topladı paketledi konuyu. Sonra tabii okula başlama yaşım geldiğinde (6,5), 1. sınıf müfredatı çoktan hatmedilmişti bizim evde. Aldı mı bizimkileri bir telaş. Fenerbahçe civarındaki çeşitli ilkokullar (misal bir Nurettin Teksan, bir Kalamış, bir Zühtüpaşa) nuh diyor da peygamber demiyor, çocuk illa da 1. sınıfa kaydolacak, en azından bir dönem okuyacak diye tutturuyor. Ben müfredatın ötesinde bir de gayet iri yarı bir "küçükhanım" modeliyim, zaten annesi gibi bakıyorum o minnaklara afedersin. Öyle böyle derken, 1978 yılı için oldukça yenilikçi bir hareketle beni devlet okuluna değil, Kızıltoprak Kolej sokaktaki "Özel Kadıköy Kız Lisesi İlkokulu" şeklinde karizmatik bir adı olan özel okulun 2. sınıfına kaydettiriyorlar. Kayıt da öyle hemen olmuyor, rahmetli müdürümüz Kasım Aytekin sözlü-yazılı sınava alıyor beni. Hayat Bilgisi, Matematik, ne isterseniz var sınavda. Bende bir ukalalık, mesela çarpım tablosu soruyor, bir üstünü de söyleyeyim diyorum filan, bir hava sorma gitsin. Neyse sonunda kani oluyorlar ki bu çocuk 2. sınıfı rahatlıkla okur (elyazısı melyazısı da yok o vakit, sadece bi "güzel yazı defteri" var, öğretmenin aklına gelirse yazı yazıyoruz), yapıyorlar benim kaydı.
Okul çantasıydı, formaydı, çalışma masasıydı, kitaplıktı derken müthiş bir heyecanla hazırlanıyorum okula. Akademik olarak derdim yok ya, hemen alışacağım bu yeni hayata. Bir allahın kulunu tanımıyorum gittiğim okulda, bu arkadaşların çoğu 1.sınıfı zaten birlikte okumuş, öğretmeni tanıyorlar, benim konuyla uzaktan yakından alakam yok, bir nevi "homeschooling" ürünüyüm, ama olsun, ailemin (ve her ne hikmetse kendimin) bana güveni tam! Aa, ama Sarin'in yine hakkını yemeyeyim, o yaz düdük kadar halimle İtalyan Kız Orta'nın yaz kampına yollamış beni 1 hafta...yani 1 hafta boyunca 11 yaş grubu 30 kızla ve öğretmenlerle kah ağlayarak, kah gülerek annesiz-babasız kalmışım gece gündüz. Neyse işte tek okulumsu deneyimim o. Ama o kadar.
Sonra okulun ilk günü gelip çatıyor. Okula babam götürüyor beni. Okulun bahçesi kalabalık, hem de öyle şimdiki gibi oryantasyon günleriydi, okula alışmaydı, aman minikler ezilmesindi filan olmadığından, ilk-orta-lise cümbür cemaat aynı bahçedeyiz (bahçe büyük ve yeşildi neyse ki de birbirimizin üstüne çıkmıyorduk ama yine de törende herkes vardı işte). Bir avantaj, ben 2. sınıf olduğum için "en küçük" hissetmiyorum kendimi, oysa yaşça "en küçüğüm". Neyse, hemen giriyorum sıraya. Yanımda güleryüzlü, candan bir kız...(bu yazıyı okuyorsan, Elgin'cim hatırlarsın ilk karşılaşmamızı!). Hemen arkadaş oluyoruz. Babama el sallıyorum, gülüyorum. Sanki çok mutluyum, hep bu günü bekliyorum. El ele gidiyoruz sınıfımıza. Öğretmenimiz -yine rahmetli - İrfan Çınar dünya tatlısı bir adam. Çok rahatlatıyor beni. Neyse ki o sene başka bir özel okuldan bizimkine transfer olan bir grup arkadaş da var da, ben tek "yeni çocuk" değilim. Oturuyoruz masalarımıza (sıra yok bizim okulda, her daim küme çalışması modeli oturuyoruz). Herkes kendini tanıtıyor, yaz tatilini anlatıyor filan. Ben de gevezenin önde gideni olduğum için anlatıyorum tabii ama heyecandan da bayılıyorum kendi içimde.
Aradan zaman geçiyor, öğle yemeği saati geliyor. Sıra oluyoruz, bahçeyi geçip yemekhaneye gideceğiz. İşte o anda benim mide başlıyor hareketlenmeye. Öyle oluyor o sıralar, ne zaman heyecanlansam midem ağzıma geliyor. Sıradayken öğretmene "öğretmenim afedersiniz, ben şu kenarda bi kusup gelicem" diyorum ve evet, sıradan 2 saniye çıkıp, kenara kusup, sıraya geri dönüyorum. Evet, iğrenç bir detay ama çocukluk halim ya, etkilenmezsin diye düşündüm Diario'cum. Öğretmen, arkadaşlarım şok oluyor tabii. Ben gayet rahat, şen şakrak yemeğimi yiyorum ve günü bitiriyorum. Akşam da yine şen şakrak, bir sonraki günü iple çekerek yatıyorum. Ama her sabah bulanmaya başlıyor midem, karnım da ağrıyor. Annem anlıyor durumu...bu iş tamamen psikolojik. Demiyorum ki "annecim, babacım, ben okula gittiğim için çok heyecanlıyım, biraz da korkuyorum", onun yerine vücudum veriyor sinyali. Ve annem, yine bence 1978'e göre oldukça yenilikçi bir kararla, beni piyanoya başlatıyor. Evde zaten kendi piyanosu var, hemen bir öğretmen buluyoruz, haftada bir geliyor. Ve ben her sabah, ne zaman midem bulanmaya başlasa, piyanonun başına oturup 5 dakikada kendimi tedavi ediyorum... Okula alıştıktan sonra bile, lisenin bitişine kadar, evden çıkmadan önce piyanonun başına geçme rutinim sürüp gidiyor.
İşte benim "heyecanlıyım, daha yolun başındayım" hikayem böyle. Bakalım bizim evdeki cücede nelerle karşılaşacağız, neler yaşayacağız. Sonuçta herkesin geçtiği bir evre bu, er ya da geç bir üst aşamaya taşınacağız. Dilerim hepimiz bir sonraki aşamada neler olacağını hesaplayıp biçmek yerine, yaşadığımız anın tadını doyasıya çıkarırız.
Hepimize kolay gelsin.
1anda
Okulun 1. günü. Ben, Elgin, Bekir. |
(*) İt. "sevgili günlük". Aynı zamanda, Nanni Moretti'nin pek sevdiğim filminin adı.
23 Temmuz 2014 Çarşamba
Hayatımdan bir hayal geçti...
2011'in Ekim ayında "kurumsal dünya"dan ayrıldığımda aklımda üç şey vardı:
- Sabahları ailemle kahvaltı yapabileceğim bir hayat;
- İnsan Kaynakları alanındaki tüm bilgi ve birikimimi aktarabileceğim serbest danışmanlık, eğitmenlik gibi bir rol;
- Çocukluk hayalimi gerçekleştirmek, bir kitabevi açmak.
Zeyno'yla yollarımız kesişeli 1 yıl olmuştu o sıralar ve o da üçüncü hedefi benimle paylaşıyordu. İşte böylece "çocuk kitapçısı açmak için caddedeki tüm emlakçıları gezen iki deli kadın" olarak başladı hikayemiz.
Sonra bir gün bizi Gönül aradı. Gönül, bizim çok sevdiğimiz, müşterisi olduğumuz İyi Cüceler Çocuk Kitabevi'nin kurucusuydu. Dedi ki "gelin burayı size devredeyim". Bayıldık bu öneriye ve 2012'nin Şubat'ında dükkanın "iyi devler"i olduk.
Bundan sonrasını yazmak benim için hem çok kolay, hem çok zor. Hayatımda ilk kez kendime ait bir işim oldu. Hayatımda ilk kez tüm kararları - tabii ortağımla birlikte - sadece ben aldım. Hayatımda ilk kez kendi çocuğum dışındaki onlarca çocuk "anneee" diye üstüme atlayıp beni öptü. Hayatımda ilk kez beni hiç tanımayan ailelerle belki de ömür boyu sürecek dostluklar kurdum. Hayatımda ilk kez sokakta yürürken, markette, tiyatroda, sinemada, restoranlarda, doktor bekleme odasında, hatta umumi tuvaletlerde "aaa...siz...cüceler?" diyen devlerle rastlaştım. Hayatımda ilk kez beni cafede gören bir cüce annesine işaret edip "anne bak, Sakar Cadı Vini!" dedi. Hayatımda ilk kez beni trafik ışıklarında durduran bir cüce "ben sana kalbimi verdim" dedi. Hayatımda ilk kez sosyal medyada binlerce takipçim oldu, bu yükün altında ezildiğimi bile hissettim. Hayatımda ilk kez politik duruşumdan tutun da sokakta çocuğumla ilişkime kadar her şeyime dikkat eder oldum.
Liste devam eder durur...40 yaşıma kadar yapmadığım kadar çok şeyi hayatımda ilk kez yaptım ya, bu benim için büyük bir hayat kazanımıdır.
Şimdi - biraz da hayatın akışı böyle gerektirdiği için - bayrağı en az bizim kadar iyi taşıyacağına inandığımız bir arkadaşımıza devrediyoruz hayalimizi. Benim için bu sefer de başka türlü "ilk"lerle dolu bir hayat başlıyor, hadi hayırlısı! Gönül bağım öyle güçlü ki, ve varoluş sebebine o kadar çok inanıyorum ki, ben ve oğlum İyi Cüceler'in misafiri olmaya her daim devam edeceğiz. Deniz'e tam anlamıyla devrettiğimizi diyemedim zaten, varsın o beni hala kitapçı sansın! Arada sırada okumalar, etkinlikler yaptıracağım kısmetse...kopmam zor zaten:). Bu arada esas mesleğime, İnsan Kaynkları'na daha fazla zaman ayırıyordum ya, oraya yoğunlaşmaya devam edeceğim. Ve mümkünse, sabahları kahvaltıları ailemle yapmaya da...
Dedim ya, hayatımdan bir hayal geçti. Ben mutluyum. Herkese nasip olsun.
1anda
7 Temmuz 2014 Pazartesi
Dönüm noktaları
Yılın yarısını geride bıraktık ve anladık ki bu yıl bizim aile için bir dönüm noktası.
Her şeyden önce, Deniz adamın ilkokula başlama yılı. Evet biliyoruz, 2009 Ocak doğumlu olmasından mütevellit, istesek bir sene daha hazırlık okuyabilirdi ama hem kendisinin hem bizim tercihimiz doğrultusunda 1. sınıfta okuması yönünde karar aldık. Okulu da eve en yakın, bildiğimiz, aileye zaten bir mezun vermiş olan (teyzesiyle aynı okuldan mezun olacak küçük bey) Irmak İlkokulu olarak belirledik. Diliyoruz hepimizin mutlu, huzurlu olacağı bir öğrenim hayatı olur..
Okul kararını Şubat ayında verince, bu sefer yaz planını yapmaya başladık. Hepimiz istedik ki Deniz bu yaz artık kendi başına yüzsün. Onun için küçük bir araştırma sonrası Mart ayında Fenerbahçe Yüzme Okullarında derslere başladı. 2 ay süreyle devam etti. Ailede Fenerbahçe'li filan yok, hatta seneye Galatasaray'ın da yüzme okuluna gidebilir, öyle bir antifanatik durumumuz var bizim. Genelde memnunduk Fenerbahçe'den ama o bizim genişliğimizden kaynaklı da olabilir; zira 2 aylık süreçte Deniz'i havuzda görme gibi bir lüksümüz olmadı!:) Aslında ayda 1 tribünleri açıyorlarmış ama bize denk gelemedi. Tam son gün açacaklarken de şakır şukur yağmur yağdı, kulüp dersi iptal etmedi ama kimse gidemedi, ha bu arada son gün Deniz'de adenovirüs belirtileri başgösterdi filan falan derken çocuk yüzmeyi öğrendi mi öğrenmedi mi bilemedik! (Daha doğrusu kendi beyanına güvenerek öğrendiğine kanaat getirdik).
Bu arada gideceği okula (en azından fiziksel şartlar açısından) alışsın diye - hem de bizim iş güç durumlarını da gözönünde bulundurarak - hayatımızda ilk kez- yaz okulu kaydı yaptırdık ve Irmak Yaz Okulu'na başladı Deniz adam. Fakat biz bu arada bir hata yaptığımızı farkettik; Deniz 2,5 yıldır gittiği ve artık "muhtar" olarak anıldığı anaokulunda Cuma son gününü yaşayıp Pazar gösteriye çıktıktan sonra Pazartesi hoop diye yaz okuluna başlayınca tepe sersemi oldu. Biz de alışsın etsin diye biraz fazla tepki gösterdik sanırım, neyse neticede yaz okulu macerası hafif olaylı başladı. Yaz okuluna 2 hafta gittikten sonra (o iki haftanın sonlarına doğru bir de hayatında ilk kez ortakulak iltihabı vak'amız oldu!) 1 haftalık Selimiye tatili arası verdik.
Selimiye'de sabah yürüyüşünden... |
Selimiye bizim için bir başka dönüm noktasına imza attı, zira gördük ki Deniz kendi başına atlıyor, dalıyor, çıkıyor, yüzüyor...sevindik tabii ailecek!:) Hal böyle olunca daha rahatlayacağınızı düşünüyorsunuz ama değil, çünkü bu kez de durmadan yüzmek isteyen bir çocuk var elinizde ve henüz tek başına açıklara bırakmaya güvenemediğimiz için dönüşümlü olarak biz de sürekli sudaydık:). Neyse, buna da şükür diyerek tatilimizi olabilecek en huzurlu şekilde noktaladık:). Bu arada kendinden 8 yaş büyük bir ablaya bildiğiniz aşık oldu bizimki, kendisini uçağa binmeye o ablanın da o gün döneceğini söylemesi sonucu ikna ettik (yoksa uçağı kaçırmak için elinden geleni yapıyordu!).
Bugün Pazartesi, tabii ki hepimiz haftaya biraz sendromlu başladık ama birkaç da karar aldık Mert'le. Bir kere yavaşlayacağız. Yavaşladığımızı zannediyorduk ama kendimizi dinledikçe görüyoruz ki aslında bazen nefes nefese kalıyor ve birbirimizi gereksiz geriyoruz. Yavaşlamakla belki biraz tezat gibi görünecek ama, bir de ne zamandır alınmayı bekleyen bazı kararlar var, onları ertelemeyeceğiz. Kısacası, hayatımızın odağını birkez daha gözden geçireceğiz...ve kendimizi - moda tabirle - akışa bırakacağız.
Tarihe not, kulağımıza küpe olsun:).
1anda
5 Mayıs 2014 Pazartesi
Yine yeniden kampa gidiyoruz biiiiz!:)
#kampagidelimmibaba girişimiyle gittiğimiz kampı ve bize hissettirdiklerini yaklaşık 3 yıl önce yazmışım...amma zaman geçmiş üzerinden! Yazıyı şuradan okuyabilirsiniz.
Biz önümüzdeki haftasonu yine kampta olacağız! Heyecan ve hazırklıklarla birlikte Deniz her sabah uyandığında "kampa kaç gün kaldı?" diye sormaya da başladı. Hatta dün akşam itibarıyla kamp alanıyla ilgili kafasındakileri resme dökmeye karar verdi. Ama paylaşmaya iznim yok, çünkü önce sadece çizimini yapmışmış, kampta boyayacakmış ve ondan sonra paylaşabilirmişim! Ancak şu kadarını söyleyebilirim, tabii ki kamp alanında çadır var, odun var, ağaç var...ama en çok göze çarpan şey, çadırın fermuar çekme zımbırtısı! Çocuğa artık kaç bin kere "fermurarı kapalı tutmalıyız" dediysek, 2,5 yaşındayken gittiği kamptan aklında en mühim detay olarak o kalmış!
Aşağıda gördüğünüz fotoğraf ise National Geographic Kids için bizim küçük adamın yaptığı yılbaşı resminin başlangıcı. Evet evet, yanlış okumadınız! "Hayalinizdeki yılbaşı kutlaması" deyince, "Orman Kampında Yılbaşı" hayal etmişti arkadaş. Resmin son hali dergide var ama şu anda bu yazıyı ofisten yazıyorum, dergi evde, vb...:))))
Haydi, umarız herşey gönlümüzce olur!
1anda
Biz önümüzdeki haftasonu yine kampta olacağız! Heyecan ve hazırklıklarla birlikte Deniz her sabah uyandığında "kampa kaç gün kaldı?" diye sormaya da başladı. Hatta dün akşam itibarıyla kamp alanıyla ilgili kafasındakileri resme dökmeye karar verdi. Ama paylaşmaya iznim yok, çünkü önce sadece çizimini yapmışmış, kampta boyayacakmış ve ondan sonra paylaşabilirmişim! Ancak şu kadarını söyleyebilirim, tabii ki kamp alanında çadır var, odun var, ağaç var...ama en çok göze çarpan şey, çadırın fermuar çekme zımbırtısı! Çocuğa artık kaç bin kere "fermurarı kapalı tutmalıyız" dediysek, 2,5 yaşındayken gittiği kamptan aklında en mühim detay olarak o kalmış!
Aşağıda gördüğünüz fotoğraf ise National Geographic Kids için bizim küçük adamın yaptığı yılbaşı resminin başlangıcı. Evet evet, yanlış okumadınız! "Hayalinizdeki yılbaşı kutlaması" deyince, "Orman Kampında Yılbaşı" hayal etmişti arkadaş. Resmin son hali dergide var ama şu anda bu yazıyı ofisten yazıyorum, dergi evde, vb...:))))
Haydi, umarız herşey gönlümüzce olur!
1anda
Etiketler:
çocukla sanat,
çocukla seyahat,
kamp,
kampagidelimmibaba,
sanat
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)